Bir yıldız sönüyor
MÜJDE IŞIL- Whitney Houston ile kurduğunuz bağ, onunla hangi dönemde tanıştığınıza göre değişiyor. Onu, ilk parladığı ve popun yeni yıldızı olarak nitelendirildiği ‘80’lerde tanıdıysanız gönlünüzdeki yeri doldurulamaz muhtemelen. ‘90’lara yetiştiyseniz ve “The Bodyguard” filmini sinemada seyredenlerdenseniz, muhteşem sesinin Kevin Costner’ın karizmasını bastırdığına perdede tanıklık eden şanslılardansınız. 2000’lerde ise kendini uyuşturucuya vermiş ve muhteşem sesini kaybetmiş, TV şovlarında dalga geçilen eski bir efsane var karşınızda. Bu dönemlerin hepsinin şahidiyseniz, adım adım büyüyen müzik efsanesinin gözlerinizin önünde eriyip gitmesini çaresizce izlemek düşmüştür payınıza. 2012’de Grammy partisi için konakladığı otel odasındaki küvette uyuşturucunun etkisiyle boğulduğunda henüz 48 yaşındaydı Whitney Houston. Bobby Brown ile sorunlu evliliğinden dünyaya gelen biricik kızı Bobbi Kristina da annesinin vefatından üç sene sonra 22 yaşındayken hayatını kaybetti. Annesine benzer şekilde evindeki küvette bilinçsiz hâlde bulunduktan ve altı ay komada kaldıktan sonra…
Whitney Houston’ın hayatını en kapsamlı anlatan yapım, Kevin Macdonald imzalı ve 2018 tarihli “Whitney” belgeseliydi. Bu belgeseli izleyenler, ailenin bazen bataklık gibi bireyi nasıl yutabildiğini ve o bireyin de yaşadıkları nedeniyle kendi çocuğuna nasıl acıyı miras bırakabildiğine gözyaşlarıyla tanık oldu. Sanatçının ölümünden 10 yıl sonra vizyona giren “I Wanna Dance With Somebody: Whitney Houston Filmi” bu belgeseli kaynak alıyor ve hatta o enfes “I Have Nothing” şarkısının konumlamasını bile aynı şekilde yapıyor. Ancak belgeseldeki ve Houston’ın hayatındaki büyük acıları deşmemeyi, görmemeyi, bu doğrultuda kuvvetli bir söylem üretmemeyi tercih ediyor. Bu noktada filmin senaristine değinmek gerekiyor. Anthony McCarten, yakın dönemde ses getiren biyografik filmlerin senaristi olarak öne çıktı. Bu yapımlar arasında “Darkest Hour/En Karanlık Saat” ve Oscar adaylığı aldığı “The Theory of Everything/Her Şeyin Teorisi” ile “The Two Popes/İki Papa” var. Ama asıl başarısı Freddie Mercury’nin hayatını anlatan “Bohemian Rhapsody” oldu. Her ne kadar gerçekleri değiştirmekle eleştirilse de gişe rekoru kıran ve ödül avcısına dönüşen filmin başarısında Bryan Singer ile birlikte pay sahibiydi. Dolayısıyla “Whitney Houston Filmi”nin senaryosunu onun yazmış olması filmin tartışılma kapasitesini yükseltiyordu. Ama beklentilerin aksine film oldukça yüzeysel yazılmış.
Hem çok hem de az
Whitney Houston’ın hayatının trajedilerle dolu olduğunu müzikle ilgisi az olanlar bile bilir. İçinde istismar, aile sömürüsü, uyuşturucuya teslimiyet, başarısız evlilik, çocuğuna ebeveyn olamamak gibi pek çok sinir ucu var. Film ise çok şey söyleyebilecekken hiçbir şey söylememeyi tercih etmiş. Houston’ın ‘80’lerdeki çıkışı ile başlayan hikâye “şu tarihte şu oldu”dan öteye gidemiyor. Houston’ın yaralı ruhuna senaryo temas edemediği için seyirciye anlar toplamından ibaret bir hayat hikâyesi kalıyor. Azıcık anne disiplini, azıcık baba sömürüsü, azıcık evlilik sorunu, her şeyden azıcık… Aslında filmin başında bir önerme yapılıyor: Houston istediği kişi olamadı, o prenses değil kendisi olmak istiyordu diye. Ama bunun altını dolduramıyor. Şarkıların sözleriyle Houston’ın yaşadıklarını paralelleştirmek, o amaca en yaklaştığı hamleler. Onun dışında Robyn’den ayrılmayı neden bu kadar doğal karşıladığına, Bobby’yi evden kovduktan sonra neden onunla birlikteliğe devam ettiğine yani aslında gerçekte nasıl biri olmak istediğine dair güçlü bir tez sunamıyor film. Filme bakarsak Houston olaylardan olaylara zıplayan bir zaman yolcusu sanki. Uyuşturucuya esir düştüğünde bile bu çaresizliğine seyirciyi ortak edemiyor film. Kasi Lemmons’ın yönetmen olarak katkısı, şarkı performanslarını olabildiğince çarpıcı ve gerçekçi çekmiş olması. Ama onda da başarının altında Whitney Houston’ın imzası var aslında. Çünkü şarkıların hemen hemen hepsi onun sesinden. Özetle Houston’ın sesini yeniden duyuran ama kendi özgün sesi yani yorumu olmayan bir yapım.
30 yaşındaki İngiliz oyuncu Naomi Ackie, filmde Houston’a hayat veriyor. Filmdeki şarkılardan birkaçını seslendiriyor. Ackie, Houston’a benzemek için elinden geleni yapmış. Filmde asıl öne çıkan ise Houston’a şöhretin kapılarını açan Clive Davis rolündeki Stanley Tucci. Performansıyla filmden, onun yaşam öyküsünü merak ederek çıkartıyor seyirciyi.
“Whitney Houston Filmi”, sanatçının nehir gibi çağlayan sesinin ardındaki gücü ve çaresizliği, tutkuyu ve kopuşu, kalabalığı ve yalnızlığı derinlemesine anlatmaktan uzak, karakterini karakterize edemeyen bir biyografi. Film iz bırakmıyor ama bu vesileyle Houston’ın kliplerini tekrar izlememiz ve şarkılarını dinlememiz, bir yerlerde o muhteşem sese mutluluk veriyordur belki.